9 Haziran 2011 Perşembe

Yaş 16

Yaş 16. Neyin yarısı?
Ayten Alpman’ın “Memleketim” şarkısını çoğumuz biliriz. Hani der ya; ”Bir başkadır benim memleketim” diye.
16 yaşıma kadar bu sözler bana hiçbir şey ifade etmezdi. Sadece bir şarkı sözüydü, melodisi güzel bir şarkının sözleri. 16 yaşıma kadar hiçbir zaman ülkemin bu dünyada vazgeçemeyeceğim tek yer olduğunu fark edememiştim. Bu yaşıma kadar hiçbir zaman, ülkemin yaşamaya elverişli bir yer olduğunu da düşünememiştim.
Ben 16 yaşıma kadar, damarlarımda dolaşan Türk kanını hiçe sayıp atalarımın bana bıraktığı o topraklara sahip çıkma gereğini bile duymamıştım. Galiba kendimle yüzleşmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Ben 1992 doğumluyum. Adana’da ikamet ediyorum ve Anadolu Lisesi öğrencisiyim. AFS’nin değişim programını kazanarak bir yıl Amerika’da kalmaya hak kazandım. Doğrusunu söylemek gerekirse benim yaşımdakilerin pek hayal ettikleri bir şey değildir, bu yaşlarda buralara gelmek. Ama nedense ben büyük bir istekle bunu gerçekleştirdim ve hala da devam ediyorum. İçimde hep bir Amerika tutkusu vardı. Nasıl olmasın ki? Bu fırsatlar ülkesine kim hayır diyebilir ki? Çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrine kim kapılmaz ki. Herkesin müstakil evlerde yaşadığı ailenin, anne, baba, çocuklar ve ev köpeğinden oluştuğu, sokaklarda hep çıtır insanların gezindiği, herkesin zayıf olduğu (ya da bize hep zayıflar gösterildi), paraların bolca bulunduğu ve sınırsız özgürlüklerin olduğu fikrine hangimiz kaptırmadık ki kendimizi. Herkes bunu yaşamak istemiştir, çünkü canım ülkemizde her türlü görgüsüz Türk alışkanlığını (dalaveracılık, sıra beklememek, yasal olmasa da bir yolunu bulmaya çalışmak, trafikte küfür etmek, tükürmek vs.) bir tarafa bırakarak buralara koşmadık mı? Evet Amerika’da bizde olmayan çok iyi şeyler var. Mesela, Obama gibi Afrika kökenli birini başkan yapabiliyorlar sistem bunu kabul edebiliyor. Kölelik ve ırk ayrımcılığı yüzünden 1861’de başlayan Amerikan İç Savaşı, “asıl şimdi bitti” desek yeridir. Burada rüyalar bir şekilde gerçek oluyor...
Bunları uzun uzun yazmaya kalkmayacağım. Ama ne kadar iyi olursa olsun yine de sana kendi ülken gibi davranmıyor burası. O bildiğimiz, tanıdığımız ya da alışık olduğumuz şeyler maalesef yok burada. Amerika sadece senden yararlandığı zaman sana kucak açıyor. Sana rüyanı yaşatıyor. Ama o en mutlu anlarında bile hayatında bir şeylerin eksik olduğunu mutlaka fark ediyorsun. Amerika’nın hangi mahallesinde taburesine oturmuş kahvesini yudumlayan ve gelen-geçene ayağa kalkarak selam veren bakkal var? Ya da bir ramazan günü herkesi bir sıcak pide için sıraya sokan kaç tane fırıncı var? Kapı ziline uzun uzun basıp gürültü çıkardığımız için bize kızan yaşlı ve de asabi, bir o kadar da tonton kaç tane dede var? Eğer hiçbir zaman hayatınızda böyle şeyler cereyan etmediyse ya da bunları yaşamadıysanız, o “Amerikan Rüyası”nda bir şeylerin hep eksik olduğunu anlamanız uzun sürmüyor. Etrafındaki insanlar ne kadar iyi ve güler yüzlü olurlarsa olsunlar, onlar seninle aynı dili konuşmuyorlar, aynı kültürden gelmiyorlar, aynı düşünemiyorlar ve en önemlisi de seninle aynı maziye sahip değiller. Şundan eminim ki; bir pazar günü sokak satıcısından alınmış bir gevrek simitle, yanında tavşan kanı çayı yudumlayıp, boğazdaki martıları izlemenin nasıl bir zevk olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekler. Çünkü onlar donut’la büyümüş bir nesil. Ama şunu da itiraf etmeden geçemeyeceğim. Konu üçkağıt, dalavere olunca bizim gibi kıvrak bir zekaya sahip değiller. Onlar, sabah 08.00 akşam 16.00 arası mesailerine sadık bir şekilde belli bir sistem dahilinde monoton bir hayat yaşıyorlar. Fakat güç onlarda para onlarda özgürlük onlarda dünyanın efendisi olmak onlarda, sana rüyalarını gerçekleştirmek için her fırsat onlarda… İşte sırf bu yüzden belki de katlanıyoruz buralara, daha iyi bir eğitim daha iyi bir gelecek için donanım elde etmek için geliyoruz buralara. Ama maalesef bedeli de ağır oluyor işte. Artık yavaş yavaş memleketimi özlemeye başladığımı itiraf etmeliyim. Kebap yemeyi, tantuniciye gitmeyi, ailemle dışarıda balık yemeği özledim. Dershane sonrası arkadaşlarla kaçamak yapıp waffle yemeyi çok özledim. Ben sevmediğim birçok şeyi bile özledim. Anlayacağınız ben her şeyi çok özledim.
Ben 16 yaşıma kadar Türklüğümle ya da ülkemle gurur duymayı hiç düşünmemiştim. Ama inanın hem ülkemle hem de Türklüğümle gurur duyuyorum. Burada geçirdiğim her günün sonunda yeni şeyler öğrendiğimi ve daha fazla olgunlaştığımı itiraf etmeliyim. Evet artık 17. yaşıma giriyorum. Bu adaletsiz hayatta bir yıl daha yaşamış ve dünyaya geliş amacımı bulmama yardım edecek pek çok tecrübe daha edinmiş olacağım.
Ve ben güzelim ülkeme geri döndüğümde, her zaman 16 yaşında olduğum günleri hatırlayıp, ne heveslerle Amerika’ya gelip ve nasıl koşa koşa geri döndüğümü hatırlayacağım. Gurbetlik zor iş, bakın insana neler de yazdırıyor. Bilgisayarın başına oturmuş Mazhar Alanson dinlerken işte bu satırlar dökülüverdi klavyemden. Bütün bu olumsuzluklara ve özlemlere rağmen, hala içimden bir ses ”Amerika’da kal diyor” diğer bir ses ise; “hayır işini bitir ve hemen dön “diyor. Şimdi ben bu iki sesin arasını bulmaya çalışacağım. Ama sanıyorum ki; Amerikan rüyamı yaşayıp, alabileceğimi alıp, her türlü imkandan sonuna kadar faydalanıp ülkeme dönmek fikri daha ağır basıyor.
Döndüğümde bir yıl daha lisede okuyup ondan sonra üniversiteye girme telaşı ve korkusu olsa da, ben yine de döneceğim. Ne kadar kötü durumda olsa da (kriz, terör vs.) söz konusu vatan ise gerisi teferruattır.

Evde Tek Başına

Ölüm!
Gerçeğidir tüm canlıların. Bir o kadar da güzeldir, güzel olmasa ölmek ister miydi tüm peygamberler. Tek sorun ne zaman tecelli edeceğidir insanın.
Nasıl bir ölüm isteriz? Madem ki ölüm var, ölümden kaçış yok; öyleyse nasıl bir ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün şeklini, şemalini seçme hak ve imkânımız var mı? Hayır.
Sanıyorum bu soruya cevap bulmak gerçekten zor olsa gerek. Annesi ve babası yaşlı insanların normal ruh hali; bir gün telefon çalar ve size onlardan birinin ölmek üzere olduğu haberi gelir. İşte ben şuan böyle bir olaya tanıklık etmenin üzüntüsünü yaşıyorum.
Misafir olarak kaldığım evin babası yani benim host father’ımın Kalifornia’da yaşayan ve benim de tanışma şerefine nail olduğum babası, geçen cumartesi merdivenden düşüp boynunu kırmış hastanede gerekli tüm müdahaleler yapılmış olmasına rağmen, 85 yaşındaki bu tonton büyük babanın yaşama şansının olmadığını doktorların söylemiş olmalarını sizce bir evlat nasıl karşılamalı?
Ya da böyle bir olayla karşı karşıya olmayı hangi evlat ister? Babanın bu haberi aldığında nasıl perişan olduğunu asla unutmayacağım. Geçmişte de acıma duygularım zaman zaman harekete geçmişti, ama inanın bu seferki bambaşka. Acaba ben bir gün kendi babamla ilgili böyle bir haber alsam ne yapardım? Nasıl davranırdım diye kendimi soru sormaktan alamadım. Ama inanın ki o adamın hissettiklerinden farklı olmazdı herhalde. Baba alelacele uçakla Kalifornia’ya hereket etti. Ailenin diğer fertleri de bir gün sonra yola çıktılar, normalde benim de onlarla gitmem gerekiyordu, ancak evdeki köpekleri de yanımıza alıp Kalifornia’ya gitmek, annenin pek istediği bir şey değildi, zira neyle ya da nasıl bir durumla karşılaşacağını bilmediğinden bir de ortada başıboş dolaşan köpeklerin varlığı bayağı sorun olabilirdi.
Baktım olacak gibi değil, “Tamam siz gidin ben evde köpeklerle kalırım” dedim. Bunu söylerken çocukluğumun unutamadığım filmi, “Evde Tek Başına” geldi aklıma. Sokak bembeyaz karla kaplı, birazdan o iki serseri gelip evin etrafında keşif yapacaklar ve ben de onları karşılayacağım, bayağı eğlenceli olacak. İnanın düşünmesi bile insana tatlı bir tebessüm yaşatıyor. Düşünsenize ben evde bir hafta tek başıma yaşayacağım köpekleri saymazsak. Bir taraftan da dua ediyorum tonton dedeye bir şey olmasın diye, neyse ki iyi haber geliyor, daha sırası gelmemiş demek ki. Bu güzel gelişme,benim “evde tek başına”lığıma moral katıyor, yeni her şey daha güzel olacak, ben pizzacıyı arayacağım eve pizza sipariş edeceğim, ne bileyim birazdan kapı çalacak yakışıklı bir oğlan “pizzanız” diyecek.
Birkaç gün boyunca bunları yapacak olmamı hayal etmem bile beni zevkten uçurmaya yetti. Koordinatörüm wicky gelişmelerden haberdar olduğu için o geceyi onlarda geçirmemi teklif etmişti ve gecede orada kalacak ertesi günü yine “evde tek başına”lığıma dönecektim. Anne giderken bana biraz para bırakmıştı, yeme-içme için. Tabii ben eve pizza sipariş etmekten ziyade tek başına dışarı çıkmayı daha çok tercih ediyorum. Eve kapanmayı, ürkeklik olarak düşünüyorum. Taa Amerikalara gel bir eve misafir ol ve onlar da seni evde tek başına iki köpekle bırakıp Kalifornia’ya gitsinler. Olacak şey mi? Ama gerçek işte. İnanın bunun keyfini çıkarıyorum, durumu Adana’daki gerçek aileme anlattığımda annem ve babam tabii doğal olarak endişendiler, bu arada sık sık eve telefon açıyorlar. Ben çok küçük yaşlarda bile evde tek başına kalmaya alışığım ya, bizimkiler bunu bilmesine rağmen sürekli arıyorlar ne de olsa burası Amerika!
Belki de buradaki beş aylık süre içerisinde en keyif aldığım zaman dilimi bu “evde tek başına” geçirdiğim zamandır. Hele o iki köpeği yanıma alıp, bembeyaz karlı kaldırımlarda yürüyüş yapmak yok mu; inanılmaz zevkli saatlerdi. Sonrasında sürekli gittiğim cafeye uğrayıp bir şeyler yemek veya sıcak bir şeyler içmek benim gibi 16 yaşında bir kız çocuğu ve üstelik memleketinden kilometrelerce uzakta biri için tarifi imkansız duygular.
Ve Wickylerin evinde yaklaşık 35 kişiyle kutlamalara eşlik etmek ve Wicky’nin izniyle hayatımda ilk kez bir kadeh şampanya içmeyi, inanın kendime bir lütuf sayıyorum.
Düşünecek bir şeyi olmayan insan, sürekli ölümü düşünür derler. Ama haksızlık değiLMİ? 85 yaşında olması onun düşünecek bir şeylerinin olmaması anlamına gelir mi? Bence gelmemeli. Çoğumuza göre tam da ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide olmasına rağmen bence hala onun düşünecek çok şeyi olmalı. Aramıza hoş geldin tonton dede, yaşamaya ve düşünmeye devam et.

Amerika’da Yeni Yılı Karşılamak

1992 Yapımı (yani benimle yaşıt) “Evde tek başına” filmini çoğumuz seyretmişizdir. Yeni yıl yaklaşırken evin bulunduğu sokağın görüntüsü özellikle de benim gibi Adana’da yaşayan kar yoksunu biri için unutulmaz görüntülerdi. Gerçi çocukluğumun birkaç yılını Gaziantep’te geçirmiş olmamdan dolayı kar olayına yabancı değildim ama yine de içimdeki o beyaz özlem hiç bitmedi.
Büyük küçük hepimizin keyifle izlediği o filmin yeni yılı kutlama sahneleri oldum olası beni çok etkilemiştir. Bembeyaz pamuksu sokaklar her evin önünde süslenmiş ışıklarla donatılmış ağaçlar ve sokağın başında beliren kar küreme aracı, unutulur gibi değil.
Hatırlıyorum ben ilköğretim üçüncü sınıftayken babam bana bir noel ağacı almıştı, benim boyumdan büyük plastikten bu ağacı beraberinde aldığımız süslerle bir güzel giydirir ve son olarak da küçük lambalarını etrafına sarar karşısına geçer seyrederdim. Ama itiraf etmeliyim ki hiçbir zaman o filmdeki sahneler gibi olmazdı. Kültürümüzden ya da yaşam biçimimizden olduğunu çok sonraları kavramıştım.
Ve yıllar sonra ben Amerika’da noel ve yeni yılı karşılamaya hazırlanıyorum, ne tuhaf değil mi? Noel Yortusu, 24 Aralık akşamı başlar - 26 Aralık gecesinde sona erer ve devamında yeni yıl kutlamaları başlar. Ya da ben öyle biliyorum. Bu süre içinde hıristiyan dinine mensup insanlar çeşitli etkinlik ve kutlamalar yaparlar. Kiliselerde ayin ve dualara iştirak ederler, evlerine noel ağacı dikerler, ziyafetler verip, hediyeleşirler. Noel Baba, küçük çocuklara sevdikleri oyuncakları getirir. Onlar için bu yortunun derin bir anlamı vardır. Noel, hıristiyan aleminin azami müşterekidir. Bu insanları aynı duygusal ahenkte birleştiren ortak inançlarıdır. Peki biz neyiz?
Biz yeni yılcıyız! Olaya 31 Aralık gecesi dahil oluruz. Üstelik işin içine, Amerikalıların şükran gününde kestikleri hindiyi de sokarız. Ama hindi kesimi, kurbandaki gibi hayvan katliamı olmaz. Çünkü o hayvan değil, hindidir. Neyi niçin yaptığımızı hiç bilmeyiz. Sormayız ve sorgulamayız. Felsefemiz, "uydum kalabalığa"dır. Yeni yıl mı? Evet! Kutlanacak mı? Kutlayalım. Hindi mi? Evet! Kesilecek mi? Keselim. İçki mi? Evet! İçilecek mi? İçelim. Eğlence mi? Evet! Eğlenilecek mi? Eğlenelim.
Sevindiğim nokta ise, Amerikalıların "şükran günü"yle, hıristiyan aleminin "noelin"i birleştirerek, iki kutlamayı bir arada halletmiş olmamızdır. Burada, sebebini anlayamadığım bir nedenle akıllı davranmışız.
Bu arada yeni aileme taşınalı nerdeyse bir ay oldu. Şimdiki evim şehrin tam göbeğinde neredeyse yüz yıllık bir ev, aile beş üyeden oluşuyor; anne, baba ve üç kız. Kızların ikisi evde diğeri başka bir şehirde yatılı bir kolejde okuyor. Tabii ev eski olunca zaman zaman tadilatlar da olmuyor değil, şimdilik evin küçük kızıyla aynı odayı paylaşıyorum, yakın bir zamanda (tadilattan sonra) benim de kendime ait bir odam olacak.
Gerçi çok şikayetçi değilim bu durumdan, demiştim ya ben çabuk alışırım diye. Evin babası, Environmental Consultant sürekli evden çalışıyor. Anne ise yabancı öğrencilere İngilizce dersi veriyor yani öğretmen en azından bu kısmı benim gibi yabancı bir öğrenci için bulunmaz fırsat. Eski aileme oranla daha bohem yaşıyorlar, yani şuan için her şey yolunda ve gayet iyi idare ediyoruz. Geçenlerde yani şükran günü tatilinde hep beraber Californiaya’ya gittik. Grand mother ve Grand father’lara misafir olduk, Sierrra Mountain denilen bölgede çocuklarla birlikte dağa tırmandık, hava soğuk olmasına rağmen çocuklar buz gibi gölde yüzdüler bana para verseler yapmam yani. Çılgın bunlar, bu arada tabii ben adidas spor ayakkabılarla dağ tırmanıyorum hesap edin işte. Yaklaşık 9 saatlik bir araba yolculuğu yapmıştık biraz yorucu olmasına rağmen çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Bu arada şükran günü münasebetiyle ülkedeki ucuzluk enteresan yani, 90-100 dolarlık ayakkabılar nerdeyse yarı fiyatına iniyor.
Tekrar yeni yıla dönersek. İlk kez ailemden uzakta bir yeni yıl geçireceğim, gerçi ramazan ve kurban bayramlarında da ben yoktum, tabii bizim gibi üç kişilik bir aile olunca böylesine önemli günlerde bir arada olmanın ne kadar önemli olduğunu tahmin edebiliyorum ama ne yapalım bir fırsat yakalamışım bir yılımı Amerika’da geçireceğim kişisel gelişimim için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, bu yüzden de tarafların bunu anlayışla karşılayacağını biliyorum.
Evet California’dan büyük anne ve kuzenler bize gelecekler, yeni yılı birlikte karşılayacağız ağaçlar süslenecek, hediyeler ağacın altına konacak, dışarısı pamuksu, bembeyaz ve ben sokağın başındaki kar küreme aracını özellikle seyredeceğim. Kalabalık ve mutlu bir şekilde...
Hepinize yeni yılda sağlık ve mutluluklar diliyorum.

Takke Düştü Kel Göründü

Siz gerçekleri ne kadar göstermek isteseniz de görmek istemeyen birine bunu gösteremezsiniz.
Benim buradaki host family ile şuana kadar ilişkilerim son derece güzeldi, tabii buraya gelmeden önce İstanbul'da dahil olduğumuz üç günlük kampın sebebini şimdi daha iyi anlıyorum.
Her şey yolunda giderken bir anda lastiğin patlayacağı ve aracın kontrolünün kaybolacağı durumlarla da karşılaşıyorsunuz. İşte o kampta buna benzer geçmişte yaşanmış ve bizlerin de benzer olayları yaşayabileceğimizi anlatmışlardı. Maalesef ben şuan öyle bir gelişmeyle karşı karşıyayım. Host family ile ilişkilerimiz iyi gitmiyor, aslında buna bütün aile üyelerini katmak doğru değil zira sadece Sherry anne ile problemlerimiz var, gerek baba ve diğer iki aile üyesiyle hiçbir problemimiz yok ve şuana kadar da olmadı.
Hatta ailenin kızı Sharifa'nın “bütün suç annemin” dediğini ve buna ilaveten babanın anneye “yapma etme” gibisinden telkinlerde bile bulunduğuna şahidim. Ama gelin görün ki anne ile aramızda ciddi problemler baş göstermeye başladı. Olup bitenler sadece benimle ilgili değil diğer aile üyeleri de annenin estirdiği terörden nasipleniyorlar. Örneğin şeker bayramı süresince bana bilgisayara dokunmama cezası vermişti ki; bu sebeptendir ailemin bayramını bile gecikmeli olarak kutlamak zorunda kalmıştım. Bazı konularda sinirleniyor kendi aile üyelerine bazı cezalar veriyor ve tabiî ki bende arada nasipleniyorum bu cezalardan.
Öyle sanıyorum ki Sherry annenin menapoz dönemi, bir de ben buraya geleceğim hafta içinde çok ciddi bir rahim kanseri operasyonu geçirmişti, hatta babam ve ben Adana’dan arayıp geçmiş olsun bile demiştik. Ayrıca düzenli olarak yaptığı bir işte olmayınca bütün bu olumsuzluklar üst üste gelince kadın arada bir tırlatıyor.
En son beraber Las Vegas'a gittik, bir gece orada kaldık çok muhteşem bir hafta sonuydu, hatta ben Sherry annenin bu seyahatin masraflarını paylaşmak zorundayız talebine bile ses çıkarmadım; ”normaldir” diyerek geçiştirdim. İşte ne olduysa o seyahat dönüşü oldu. Eve geldikten sonra bana arabasını yıkamamı söyledi, ben ki hayatında bir aracı sadece bir yerden diğer bir yere gitmek için kullanan biri olarak ne anlarım araç yıkamaktan, ayrıca kocaman bir jeep. Tabii bütün bunlara rağmen ben o aracı yıkardım ama bunu bana söyleyiş tarzı maalesef hiç hoşuma gitmedi. Yani “ben sana bakıyorum evimde misafirsin ben ne dersem yapacaksın” mukabilinde konuşmalar biraz zoruma gitti, üstüne üstlük bir de benim aile terbiyemi sorgulamaya kalkınca işte o zaman dedim ki; ”Tamam Sherry dediğin gibi olsun” ben de koordinatörüm Wicky'i aradım, zaten kendisi aramış benden önce ve 1 yıl boyunca host family olamayacağını söylemiş. Bazen düşünmeden konuşuyoruz. Düşünmeden konuştuğumuz ve yaptığımız her şey hemen hepsi yanlış işler oluyor. Çok konuşan çok bilir değil az ama öz konuşan akılı işler yapar.
"Her bildiğini söyle fakat her söylediğini bil" demiş büyüklerimiz. Tabii buradaki en önemli sorun, Sherry ile benim “büyüklerimiz” kavramı konusunda çok farklı oluşumuz.
Çocuklarına “büyüklük” yapamaması, maalesef ilişkimizi bu reddeye kadar sürükledi. Ertesi günün akşamına koordinatörüm Wicky eve geldi, ben Sherry ve kızı Sharifa dördümüz oturduk. Sharifa sadece dinleyici pozisyonunda, ellerini göğsünde birleştirmiş annesine bakıyor ama ne bakışlar!
Sonuçta ben evden ayrılmaya karar verdim, bu arada Wicky bana göz kırptı hani merak etme hallederim gibilerinden. Bir aile bulununcaya kadar ben Sherry'de misafirim. Neyse Wicky ile öpüştük vedalaştık. Bu arada Sherry Wicky'i kapıya geçirmeye gittiğinde Sharifa ile birbirimize bir sarılışımız var ki anlatam. Ağlaştık biraz, aynı okulda olmamız ve birbirimizi hergün görecek olmamız en azından biraz rahatlıcı oldu. Babanın da ve abim Sirajde'ninde üzüldüklerini biliyorum ama ellerinden bir şey gelmiyor. Akşam yatağa uzanıp olup biteni değerlendirmeye başladığımda birden aklıma; Türkiye'de 8. sınıfa kadar 8 okul değiştirdiğim geldi...
Babamın işleri dolayısıyla bu değişiklikler ilk zamanlar zor olsa da ilerleyen dönemlerde yerini alışkanlığa bırakıyor. İnsan alışıyor ve alışınca da tecrübeleniyor, tecrübelenince de hiç tınmıyor böylesine değişikliklerde. Galiba alışkınım ben.
Yeni aile fikrine çok çabuk alışırım ben...
Sanıyorum Sherry beni 16 yaş ergenliğine yeni adım atmış aklı on karış havada Amerikan gençliği ile karıştırdı. Sherry'e şunları söylemek isterdim; "Hayatta bazen her şey yolunda gitmeyebilir ve çoğunlukla da sen bunun sebebini kendinde aramaktansa, hep başkasına mal ediyorsun. Kolaycısın, bir anlaşmazlık varsa mutlaka taraflarda vardır ve bir tarafın sürekli diğer taraftan daha üstün olması ya da tamamen suçsuz olması diye bir düşünce asla olamaz. Oysa benim senin hakkında ne düşündüğümün kanıtları var. Bir sürü yazılar yazdım, seni anlattım ama senin böyle bir kanıtın yok. İşte aramızdaki fark budur(yaşımızın dışında)." Ve asla ağlayacak sızlayacak değilim, belki 16 yaşında bir kız çocuğuna çok ağır gelebilir bütün bunlar ama inanın ben keyfini bile çıkarmaya başladım. Zira ben bir yıl kalacağım Amerika'da, bu sürenin tamamını bir ailenin yanında geçirmektense başka ailelerin yanında kalmayı hayatımın renkliliği açısından daha çok önemsemeye başladım. Ama ben bütün bu olanlara rağmen host family üyelerini mümkün olduğunca ziyaret edeceğim hatta Sherry'i bile...
Kimseye düşman değilim geriye kalan zamanımı küslüklere ayıracak kadar pervasız da değilim herhalde. Aile bireyleri ile küsmek illa ki en sonunda manasızlaşır. Böyle bir manasızlığın tarafı olmak istemem doğrusu

Amerika Günlüğü

Sherry annenin komşusu bayan Yula, Serry ile çok samimiler her yere mümkün mertebe birlikte gidiyorlar.
Komşu Yula’nın iki oğlu var biri Ryan, abim Siraj’la yaşıt ve arkadaşlar ve ben tabi ryanı ilk gördüğümde çok şaşırmıştım zira yarı çıplaktı ve vücudunda garip dövmeler vardı ayrıca göğüs uçlarında pearcing takılıydı ve elinde kocaman bir İguana ile bana selam vermişti. Ben Adana da hiç iguana besleyen arkadaşımı veya bir tanıdığı hatırlamıyorum şaşkınlığım biraz da bundan olsa gerek.
Diğeri de Ryan’dan küçük olanı o daha sevimli, etlisine ve sütlüsüne karışmayan cinslerden yani. Neyse üst baş değiştikten sonra büyük kilisenin bahçesinde yapılan festivale gittik bu seferde. 3-4 saat kaldık inanılmaz eğlendim. İlk önce Vicky’i bulduk 1 saat sonra kampa gidecekti onunla resim falan çektirdim sonra Endonezyalı arkadaşımda oradaydı. Vicky’den pax t-shirt’ü istemiştim benimkini WDC’ deki odamda unuttum. Ne unutkanım ya çok kızıyorum kendime! Onun anısı vardı aynı günde 6 kez kola-pasta ve dondurma dökmüştüm ben onu kirleriyle saklamayı düşünüyordum unuttuk işte...
Düşünsenize tamamen dondurma ve koladan ibaret kirli bir t-shirt’ü bile saklamayı düşünüyor insan sanırım bunda ilk zamanların verdiği bir merak ağır basıyor. Acaba dönmeme yakın böyle bir istekte bulunabilirmiyim bilmiyorum hep birlikte göreceğiz. Wicky “yes” rozeti verdi bana çok cool, üstünde bir zeytin dalı var bir de “youth exchange study” yazıyor, neyse sonra sordum hiç Türk var mı diye öyle hasretle Türk arıyordum ki sormayın Türkçe konuşmayı özlemiştim. Bütün hevesime rağmen o gün orada bir Türkle karşılaşamadım en azından o saate kadar.
Ama başka ülkelerin insanlarıyla tanıştım Suriye, Afganistan, Peru, Kosta Rika, Hindistan nerdeyse her ülkeden birileri vardı. Her standı tek tek gezdim artık o çekingen ruh halini üstümden attığım için gayet yüksek bir özgüvenle insanlarla tanışıyor ve sohbet ediyordum.
Bir stantta bir bayan vardı yani Güney Amerika ülkelerinden birinden olduğu hem tipinden hem de konuşmasından belliydi zaten. Burada kim Amerikalı kim göçmen anlıyorsunuz ama işin ilginç yanı o kadın beni Amerikalı sanmıştı.
İngilizcemin çok akıcı olduğunu söylediğinde, kendi kendime “vay be ben neymişim” demekten alamadım kendimi. Malum Türkçe’de bir aksan olmayınca İngilizce’yi de taklit etmek zor olmuyor. En iyi İngilizce’yi Türkler öğrenirmiş bir Almanı ya da Fransızı İngilizce konuşurken çıkarabilirler ama sıra bir Türk’e gelince bocalarlar...
Bu bilgiyi Arzu hocamdan öğrenmiştim. Özgüvenin insana güç vermesinin yanı sıra, enerjisini de arttırdığını fark ettim ve daha fazla çaba göstermeye, başarı için ilham kaynağımın özgüvenden başkası olmadığını anladım. Başarılarımdan gurur duymayı ve keyif almayı yavaş yavaş öğreniyordum.
Önemli bir savaş sırasında Japon bir komutan askerlerinin sayısının düşmanlarınkine kıyasla çok daha az olmasına rağmen saldırıya geçmeye karar verir. Ordusunun kazanacağına olan güveni tamdır. Ancak, askerleri zafer konusunda oldukça kaygılıdır. Komutan zekice bir plan yapar, savaş alanına doğru ilerlerken, yol kenarındaki bir tapınakta durup hep birlikte dua ederler. Daha sonra komutan cebinden bozuk para çıkararak “Şimdi yazı-tura atacağız. Eğer tura gelirse, biz kazanacağız, ama eğer yazı gelirse kaybedeceğiz, kaderimiz böylece ortaya çıkacak” der.
Bozuk parayı havaya atar ve herkes sabırsızca paranın yere düşmesini bekler. Tura gelmiştir. Askerler çok sevinirler; kendilerine olan güvenlerini toplamışlardır. Bu coşkuyla düşmana saldırır ve savaşı kazanırlar. Bir süre sonra yüzbaşı komutanının yanına gelerek onun kehanetini takdir edercesine, “Kimse kaderi değiştiremez” der. Bunun üzerine “Haklısın” der komutan, iki tarafı da tura olan parayı göstererek!
Bu yazıyı bir yerde okumuştum ve özgüvenin neler yaptırabileceği konusunda çok iyi bir örnek olduğunu düşünerek buraya not düşmeyi uygun buldum. Anlayın işte…
Bu kadar iltifattan sonra gerçeğe tekrar dönersek; ben standları dolaşmaya devam ediyorum Sherry annemle, derken Afganların standında biraz mola veriyoruz. Hem burdaki babamın Afganlı oluşu hem de stantta kebap yapıyor olmaları zorunlu olarak bizi orada molaya vermeye zorlamıştı. Sherry anneye dedimki “en son 6 Ağustos’ta Adana’da ailecek kebap yemiştik. Güldü tabii “gün mü sayıyorsun dedi” beraberce gülüştük bu sefer.
Malum “Adana daki son günümdü ondan unutmadım” deyiverdim Sherry anneye. Stantta kebap yapmaya çalışan oğlana dedimki, “benim geldiğim yerde dünyanın en leziz kebabını yaparlar” oğlan müstehzi bir ifadeyle, ”muhtemelen öyledir“ dedi. İnanmadığını anlamıştım ama neyse, yine de kibarlık gösterip bize ikramda bulundu. Bu arada gösteriler de başlamak üzereydi, ülkeler yerel danslarını icra edecekler biz de kenarda alkış tutacağız veya fotoğraf çekeceğiz, ne bileyim genelde de böyle olmaz mı.? Gösteri yapacaklar listesinde Türkler de var deyince Sherry anne; birden heyecanlandım. Diğer ülkeler sırayla gösterilerini yapıyorlar ama ben bir an önce bizim grubun sahneye çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Donat’tan sonraki ikinci hayal kırıklığımda Türk grubu diye sahneye çıkardıkları Kafkas kökenli bir grup gençten oluşan ve bir kelime dahi Tükçe bilmeyen Rus uyruklu öğrencilerdi. Başlarında fes, Kafkas oyunu oynuyorlardı, biraz ilerleyince hiç de fena oynamadıklarını gördüm. Oldum olası nefret ettiğim kına gecesi ritüelleriyle de bir başka komiktiler. Ama olsun yine de Türk Türktür deyip bende fırladım sahneye, zaten Sherry anne fark etmişti benim yerimde duramadığımı o da kolumdan tutup sahneye atlamama yardımcı olmuştu.Hayatında sadece iki parmağını birbirine çarptırarak şaklama sesi çıkarmanın dışında oyun bilmeyen ben, kah alkış kah sallanarak eşlik etmeye çalışmıştım.
Halay kısmında iyice ortalarına daldım hep birlikte oynadık. Sherry anne durmadan resimlerimi çekiyordu.Gösteri bittiğinde seyircilerden bayağı alkış almıştık, tabi bu alkışların gerçek sahibi ben değildim ama olsun soydaşlarımı yalnız bırakmamıştım. En azından ve Amerika’da Utah eyaletinin Salt Lake City şehrinin bir yerinde ben; piste çıkmış oyun oynuyordum! Anlatılmaz yaşanır...
Peru standında 2 kişi geleneksel kıyafetleri ile gitar çalıp şarkı söylüyorlardı, biri tahminen 50’li yaşlarda diğeri de 30-35 yaşlarında inanılmaz bir düet yaptılar kendi dillerinde ama müzikleri çok hoştu, o pist yorgunluğumun tamamını aldı götürdü benden. Sanırım benim acilen Peru’ya gitmem lazım.
Neyse diğer standları da gezip dönüş yoluna koyulduk o günün anısına bir bilezik ve birde rozet aldım, özellikle bilezikteki bir figür bana çok tanıdık bir şeyi hatırlatıyordu ama bir türlü ne olduğunu çözemedim.
Yorgun argın eve döndük, çok eğlenceli bir gün geçirmiştim ve inanılmaz mutluydum. Bir cumartesi daha sona eriyordu. Pazar günü tüm gün evden çıkamadık zira temizlik operasyonu vardı. Tabiiki bu evde yaşayan biri olarak benim de bu operasyona katkı yapmam gerekiyordu, iş bölümü yaptık, babamız garajı düzenleyecek, ben ve Sharifa orta katın temizliğinden sorumluyuz. Sherry anne de salon ve mutfağın bulunduğu bölümden sorumlu.
Sevgili anneciğimle Adana’daki evimizde müşterek yaptığımız hafta sonu temizlikleri geldi aklıma, benim annemle temizlik yapmam mutlaka bir bedele dayalıydı ve muhtemelen de bu bedel sinema olurdu. Ama mutlaka o hafta temizlik yapılır müsait bir diğer günde de önce yemek yenilir ve ardından da sinemaya gidilirdi. Ta ilkokul günlerinden bile küçük şeylerle mutlu olmasını bilirmişim ben bunu şimdi daha iyi idrak edebiliyorum, sebebine gelince, bir sinema bile beni mutlu etmeye yetiyormuş demekki

Ve Okul Başlıyor...

Okulun ilk günü ve ben yine bir türlü güne başlamak istemiyorum ama bu her şeyin farklı olmasından değil, zira benim klasik okul psikolojim ağır basıyor nedense...
Okulun ilk açıldığı gün bile "off ya ne çabuk bitti yaz" gibilerinden mırıldanırdım hep. Tatil hiç bir zaman yetmez bana zaten bu yaz hep evde oturdum. Aman ne büyük kayıp Amerikalara gelmişim hala tatil diyorum dimi.
Neyse kahvaltımızı yapıp çıktık evden. Sherry anne bizi otobüs durağına bıraktı, hani şu sarı “scholl bus”lar varya filmlerde gördüklerimizden, burada evin önüne kadar gelmiyorlar öyle, iki tane belirli durak var herkes orada inip biniyor. Gerçi durak eve pek uzak değil hani yürüsen 5 dk bile sürmüyor.
Durakta Sharifa'nın arkadaşları vardı, onlarla tanıştım sadece tanıştık yani benimle pek ilgilenmediler, yaz anılarını anlatmaya başladılar, bir ara Sharifa bana çok sessizsin dedi. E kız haklı beni böyle görmeye alışık degil. Geldiğimden beri çenem hiç durmuyor sürekli konuşuyorum hatta Yumi varken daha komikti onun İngilizcesi iyi olmadığı için söylenenlerin neredeyse hiç birini anlamıyordu bende vücut diliyle anlatıyordum çok komik oluyordu gülüyorduk hem Yumi'ye takılıyordum şaka bile yapar hale gelmiştim.
Bu arada “Yumi” bir Japon değişim öğrencisi ve bizimle 3 gün kalmıştı. Bir Japon arkadaşım bile vardı artık.
Okulun ilk günü çok sessizdim ve sadece etrafı izliyordum. Otobuste de fazla konuşmadım ama bu sarı otobuslere binmekte ayrı bir şey hani. Aynı Amerikan filmlerini yaşıyorum ben burada "donat" bile yedim bu arada ek bilgi o filmlerde görduğümüz özellikle polislerin devriye sırasında ağızlarını şapırdatarak yediği o enfes görünen donat'ların tadı berbat bunu söylemek istemezdim benim için çok büyük hayal kırıklığı ama tadı çok kötü benim gibi tatlı düşkünü bir insan bile beğenmediyse siz düşünün artık. İlk kez Wdc’de yemiştim Levent bunlar bayat demişti ama buradakilerde bayat ya neyse...
Sonra okula geldik aman tanrım ilk gün benim için eziyetti ya o ne kadar karışık bir okul her sınıfım farklı bir yerde yani bizdeki gibi bütün dersleri aynı sınıfta almıyorsunuz dersler kesintisiz 90 dk. ve akabinde 5 dk. teneffüs yapıyorsunuz. Düşünsenize bir alışmışız 45 dk. ders 15 dk teneffüslere hatta bu 15 dk.lar merdiven çıkmalarla 20 dk. bulduğu bile olmuştur.Benim gibi acemi çaylak birisi için bu kocaman okulda 5 dk içinde diğer sınıfımı bulmak ne kadar zor bir düşünsenize. Ve sürekli kayboluyorum ve her seferinde de birilerinden yardım almak zorunda kalıyorum. Sınıfımı sorarken çocukların yüzüme garip garip bakmalarını ben de anlamıyordum ta ki; Sharifa söyleyene kadar meğerse beni Frashman zannetmişler yani; 9. sınıflara takılan bir isim bu. Diğer sınıflarda selfmore, jonuior ve senior olarak ifade ediliyormuş ben bunu ilerleyen günlerde öğrenmiş olacağım tabii.
Sınıfta da fazla konuşmuyordum elimden geldiğince hocalara Türkiye'den gelen exchange student olduğumu hatırlatıp onları anlamadığım zaman hoş karşılamalarını umuyordum. ilk iki gün açıkçası sınıfların yerini öğrenmekle geçti bir diğer işkencede dolabımın şifresini doğru girebilmekti, yok efendim önce saat yönünde 1kez çevir sonra sıfırı geç diğer rakam için öbür yöne çevir... Allah aşkına bu nasıl bir tariftir böyle kim yazıyor bunları anlamıyorum, oldum olası sinir olurum yok efendim neymiş düşman saat "3:15 yönünde" o nasıl bir yöndür ya... Desene önündeki dolabın sağında ya da solunda diye... Resmen işkence.
Neyse açıkçası okul büyük olduğu için Sharifa'yı da her zaman bulamadım ve gördüğüm ilk kişiye dolabımı açtırdım zaten ilk günler herkes her şeyi karıştırıyor yani Türkiye'den gelen meşhur exchange’i kimse tanımıyordu. Neyse zaten sus pus olduğum için arkadaşım da yoktu pek. Neresi boşsa gidip oturup sessiz sedasiz molasız 90 dk. nın bitmesini bekliyorum ama artık çarşamba sınıfların yerini de dolabımı açmayı da öğrendim, sıra derslere geldi... Zaten en nefret ettiğim Geometri'ydi ve ilk o derse girdigim zaman resmen ağlayacaktım... Tek bir terimi bile anlamıyordum ve hocalar sınıfın seviyesini görmek için test yaptilar onun bile yarısını zor anladım. Derken hayal kırıklığı yavaş yavaş kendini göstermeye başladı.
İngilizce'min iyice yetersiz oldugunu düşünmeye başladım hiç bir dersten yüksek not alamayacağıma ve hiç arkadaşımın olmayacağına mutsuz bir yıl geçireceğime dair saplantılı fikirler geldi aklıma. Hem de önümde NİL gibi canlı bir örnek dururken zira birkaç gün önce Adana'dan benimle bu programa katılmaya hak kazanan NİL diye bir arkadaşımızın yapamayıp 1 hafta sonra geri döndüğünü ailemden duymuştum. "Hayır" dedim kendi kendime ben dönmeyeceğim asla.
Bu arada bilim kurgu dersi de en büyük hayal kırıklığım oldu zira bu derste sinema filmlerinin yapısını işleyecektik hem de film seyretme şansımız olacaktı... Hocanın dediklerinden tek bir kelime anlamadığım gibi film seyretme şansım da olmamıştı. Hiç bir sinema terimini bilmiyorum ilk iki gün resmen umutsuzdum. Hele o yemek derside neydi öyle; kolay ve eğlenceli bir ders olması gerekirken sürekli video izletip öğrendiklerimizi yazmamızı istiyorlardı ilk iki dersi idare ettim ama üçüncüde "pes" dedim, "Bu ders değişecek" ama ya zamanlama uymazsa diye düşündüm off off.
Perşembe günü artık "yeter" dedim, “kendine gel PIRIL her şeyden sızlanacaksan neden geldin buraya host family ile çok eğleniyor olabilirsin ama bu okulda zamanının çoğunu geçireceksin mızmız pısırık küçük bir çocuk gibi davranmayı bırak ve kendine gel” dedim tabii bunları söylememdeki bir etken de çarşamba, yani bir gün önce Dr.church’ün yanına gidip geometriyi değiştirmek istediğimi söylemem oldu.
Bu arada Dr. Church okul müdürümüz tarih üzerine doktorası var. Geometri yerine Başlangıç Matematiği'ni aldım sonra biraz moralim düzeldi zaten önceki Perşembe'den itibaren bu cumaya kadar her şey o kadar farklı ki gerçek ben ortaya çıktı.
Tekrar hoş geldin Pırıl.
Cuma günü nihayet Vicky ile tanıştım kendisi benim bölge sorumlum sadece telefonda konuşmuştuk. Kendisi süper bir insan benimle ve diğer okuldaki exchange öğrenciyle çok ilgileniyor yani Endonezyalı kızdan bahsediyorum. Beehive science'a giden bu arada onun gittiği okulda 7 Türk hoca ve 10 Türk öğrenci varmış ve okuldaki ikinci yabancı dil Türkçe imiş. Duyunca bir off çekmişim sormayın. Neyse bu arada Vicky’nin süper bir insan olmasını tabii ki ilk görüşmede anlayamazdım ama onu asıl benim gözümde süper yapan şey; kanser hastası bir arkadaşına destek olmak amacıyla saçlarını kazıtmış olmasıydı. Kısacık saçlarla geziyor ve çok cool görünüyordu ve belki de saçlarını kesme amacı onu benim gözümde bu kadar mükemmel hale getiriyordu.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu davranışından çoook etkilenmiştim. Hayatımda gördüğüm en erdemli davranıştı o güne kadar. Erdemli olmak, hayatta insanın edinebileceği en önemli donanımdır bence. Bunu elde etmenin yolu saygıdan geçer. Saygı, günümüzde hep söylenen, sakız olmuş bir kelime. İnsanların birbirini giyinişten, renginden, inancından, zevklerinden, tercihlerinden vs.den dolayı küçümsedikleri, hatta düşmanlık besledikleri bu çağda, en çok önemsememiz gereken bir duygu bence saygı. Emeğe saygı, inanca saygı, dinlere saygı, tercihlere saygı, giyim kuşama saygı, zevklere ve renklere saygı... Evet, medeni olmanın ön koşuludur bence saygı.
Babamdan böyle duymuştum. Sevgi ise insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. Anne sevgisi bunun gelişmesine neden olur. Babamızı severiz, kardeşimizi severiz, arkadaşımızı severiz, okula gider öğretmenimizi severiz, düşüncelerimiz büyüdükçe vatanımızı severiz. Düşüncelerimiz daha da büyüdükçe üstünde yaşadığımız dünyayı severiz ve o dünyada yaşayan insanları severiz. İnsan sevgisi çok önemli bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, bırakalım kalbimiz sevgiyle dolsun.
Son cümleyi içimden gelerek yazdım ama sanırım biraz da içinde bulunduğum sıkıntılı durumdan kendimi kurtarmak için sıraladım. Cuma günü ilk dersim matematikti sınıfın hepsi 9 ve ben 11 olarak kendimi yaşlı hissettim ama ortalarına oturduğum iki veletle hemen kaynaştık. İşte ben Pırıl, Türkiye'den geldim değişim öğrencisiyim adınız ne falan diyerek kaynaştık... Zaten benim durumumu öğrenince derste de yardımcı oluyorlar malum matematik terimlerini bilmiyorum ya neyse sonra Dr. church ofisine çağırdı yarım saat falan oturduk sohbet ettik kendisi benim en harika müdürüm o kadar şeker ki beni de çok sevdi okula Hawaii gömleği ve şort giyerek geliyor t-shirt pantolonda giyiyor burada hocalar zaten resmi giyinmiyorlar.
Kendisi çok tatlı bir adam çokta kafa... Bana, ”oğlanlar seni rahatsız ederse bana gel” dedi ne komik adam ya, Dr. church benden en az benim kadar büyük tarih kitabını aldı ve İngilizcesi kolay bir kitap verdi sonra sınıfa döndüm ortama uyum sağlamaya başladım artık. Dersi dinliyor kendimce notlar alıyordum. Bir sonraki dersim İspanyolcaydı.
Senyor Homer yani İspanyolca hocamız komik ve neşeli bir adam,espriler yapıyor ve dersi zevkli hale getiriyordu. Birden Türkiye'deki hocalarım aklıma geldi tabi bizde de bu şekil hocalar vardır mutlaka ama nedense bana hiç denk gelmedi dersi anlat 45 dakika sonra çık git ve koyu bir çay yanında bir sigara yak ne bileyim birazcık garipsedim işte.
Tekrar derse dönelim, yanımda kobi adında bir çocuk oturuyor sarışın tipik Amerikalı işte, onunla iyi anlaşıyoruz, ilk derste alfabe öğreniyoruz bizimkiyle aynı ama okunuşları farklı nedense Amerikan gençliği “r” harfini bir türlü telafuz edemiyor, Türkçe'den mi yoksa ben mi çok akıllıyım bilemiyorum ama nedense ben bu harfi hocanın istediği şekilde telafuz ediyorum ve sınıfın popüler öğrencisi olmaya aday oluyorum o gün.
Tabi bu tür gelişmeler benim gibi zaten zar zor anlayan ya da anlaşabilen veya intibak sorunu yaşayan birisi için inanılmaz motive edici oluyor. Bir sonraki dersim kabusum food, yani Amerikan mutfağı, mutlaka değiştirmem lazım. Son dersimiz ise edebiyat. Allahım inanamıyorum ben bu dersi çok sevdim süperrr. Şiirleri anlamıyorum ama içimden bir ses bana bu sınıfında en popüler öğrencisi olacağım diyor. O sesi seviyorum. Neyse hasarsız bir şekilde haftayı kurtarıyorum oh be!
Hele şükür! Neydi o ilk hafta kara basanlar...
Cumartesi sabahı Sheryy annem ve iki komşusu ile birlikte cümbür cemaat arabaya doluşuyoruz 1 saatlik mesafede bir yere gideceğiz “swiss day” var yani İsviçrelilerin festivali.
Yolda giderken etrafı inceliyorum, Allahım ne kadar güzel yemyeşil çayırlar, göller, dağlar ve o güzelim çiftlik evleri, gerçekten hayran kalıyor insan. Tepede güneş, gölde sörf yapan insanlar, etraftaki ahşap evler pırıl pırıl her taraf. Küçük bir kasaba, aracı park ediyoruz, festivalin kurulduğu alan fazla büyük değil ama sevimli olduğu bir gerçek. Önce geçit töreni yapılıyor sonra Harley Motor Grubu yüksek volümlü motorlarıyla geçit törenine ayrı bir renk katıyorlar.
Hani diyorum içimden bizim meşhur Mehter Takımı da burada olsaydı ve ben onları ellerim şişene kadar alkışlasaydım, geçit töreni deyince sadece aklına Harleyciler gelen bu Amerikalılara enfes bir mehteran gösterisi sunabilseydik diye düşünmeden alamadım kendimi.
Neyse bu arada standları geziyoruz tek tek. Ağırlıklı olarak cadılar bayramı ile ilgili objeler vardı.Fakat yemekler yine berbattı.
Fazla yemedim zira kendimi öğleden sonra gideceğimiz Müslümanların festivaline saklıyorum. Hani olur ya belki 1,5 porsiyon az acılı Adana kebabı yerim ve üstüne de bir dilim baklava üzeri dondurma yerim off off.
Eğer bu saydıklarımda bu topraklarda olsaydı inanın daha da güzel olacak bu memleket ya neyse. Bu arada 25 cent'leri topluyorum yani koleksiyon amaçlı, zira burada 50 farklı 25 cent var. Nedeni de her eyalete ait bir 25 cent'in oluşu, hoşuma gitti şu ana kadar 20 adet toplayabildim ve işin en ilginç yanı yaşadığı eyalet UTAH’ın hala 25 cent'i yok bende.
Bu arada her stand taki görevliye hikayemi anlatıyorum. Değişim öğrencisiyim ve Türkiye'den geldim falan filan... Hem İngilizcem ilerliyor hem de kolay iletişim kurma konusunda tecrübe ediniyorum. Dönüş yolunda bir çiftliğe takıldı gözüm, sınırları çitlerle çevrili olmasına rağmen içindeki yeşillikten dolayı mıdır nedir ama sanki sonsuzmuşcasına sınırları olmayan bir görüntü veriyordu insana... Ve o çitlerin içinde bir ata takıldı gözüm, etrafındaki çitlere aldırmadan “ben özgürüm” dercesine şahlanıyordu. 1 saniyelik görüntülerden bu anlamı çıkarmak... İnsanoğlu işte.
Evin önünde aracın durmasıyla uyandım, zira o uçsuz bucaksız sandığım çiftlikten sonra uyumuşum...

Ve Pırıl Amerika'da... - III

Bir ara onlar kendi aralarında konuşurken ben bunları düşündüm yani ilk gecem. Adana’da kendi evimizde uykuya dalış faslım süper başlardı annem içeriden ”minnoş” diye seslenir ben de “miyav” diye karşılık verirdim sonra kalkar odalarına gider ve aralarına sokulurdum.
Herkes bana tek tek iyi geceler dedikten sonra odama çıktım, etrafa baktım bir daha baktım “Allahım ben nerdeyim gerçekten burası Amerika'mı?”
Ellerime betonun soğukluğu vuruyor, biraz da toz. Yüzümün sol yanı öyle bir yapışmış ki yere, hiç koparamayacağımı sanıyorum. Nihayet gözlerimi açtım, yerdeymişim. İki seksen uzanmışım yere. Neredeyim, nasıl geldim buraya bilmiyorum. Yavaşça ayağa kalkıp üstümü temizledim. İyi de neden yerler kirli, burası neresi? Ortalıkta bir ışık kaynağı yok ama yine de etrafı aydınlatan bir loş ışık var. Duvarları görebiliyorum, bir sürü duvar. Ama hiçbirinde kapı yok, bir sürü köşe, bir sürü dönemeç. Yarım saattir dolaşıyorum ama yine de bulamıyorum çıkışı.
Sanırım burası devasa bir labirent. Bir labirentteyken sürekli sola veya sürekli sağa dönülürse mutlaka çıkışa varılırmış. İyi de ben bunu nereden biliyorum? Sanırım nereden bildiğimi bile bilmiyorum. Olsun, nereden bildiğim önemli değil, ben sürekli sağa dönmeyi seçeyim en iyisi...
”Bu benim Amerika'da gördüğüm ilk rüyam, bize İstanbul'daki kampta “yedinci aydan sonra rüyaları bile İngilizce görmeye başlarsınız” demişlerdi. Benim bir rüyayı bu kadar net bir şekilde görmem ve bunu anlatmam pek görülmüş şey değil, ama ben de inanamıyorum bu rüyayı net olarak gördüm ve yazıyorum. Darısı İngilizce rüyalara tabi.
Amerika'da böylesine net rüyalarla uyanmayı ben hayra yorumluyorum zira başka ne yapabilirimki. Sherry annem, tabi ben ona şimdilik sadece “Sherry” diyorum. Salt lake city turu teklif ediyor, olmaz mı! Hem de süper.
Escalede jeep’in ön koltuğuna oturuyorum tabi burası Amerika hemen emniyet kemerimi bağlıyorum Sherry anne uyarmadan, Sharifa da arka koltuğa geçiyor. Salt Lake City, ABD'nin Utah eyaletinin başkenti ve en büyük kentiymiş. Etrafı dağlarla çevrili fazlaca yüksek binaların bulunmadığı mütevazi bir orta batı Amerika şehri diyebiliriz.
Bu arada elimde fotoğraf makinesi önüme çıkan her görüntüyü kaydetmeye çalışıyorum.
Kadirlinin sülemiş tepesi benzeri bir yere geliyoruz şehri kuşbakışı görebildiğimiz bu tepede insanlar fotoğraf çekiyor, ben ise 1 yıl kalacağım bu şehre bakıp anlamaya çalışıyorum, Sherry anne hafta sonu Yellow Stone parkına kampa gideceğimizi söylüyor, benim gibi börtü böcekten korkan birisi için Yellow Stone parkı biraz fazla da olsa bu kampı hayatta kaçırmam.
Araçla şehri gezerken bir ara aklıma Şaperon Levent'le WDC'deki Victoria Secret'i gezdiğimiz aklıma geldi, koca mağazadaki tek erkek bizim Levent'ti.
Bu arada “Şaperon”nedir diye merak edenleriniz olabilir onu da açıklayayım. Daha önce bu programla Amerika'ya gelmiş ve sonrasında bizim gibi çömezlere gönüllü rehberlik yapan arkadaşlara Şaperon deniliyor.
Ayrıca babamın yıllar önce Milliyet gazatesinden Yasemin Çongar’ın kaleme aldığı “Liseli gözüyle Amerika” yazısında üç türk gencin AFS programıyla Amerika'ya gidişlerini burada dışişleri bakanı ile tanışmalarını anlatması ve bu üç Türk'ten birinin bizim Şaperon Levent olması da çok hoş bir tesadüftü.
Babam bana her zaman gurur duyulacak kişilerle ilgili gazete haberleri ya da dergilerden yazılar okuturdu. Adı üstünde “gurur duyulacak kişiler ya da işler” babam benimle hep gurur duymuştur. Belki de bir başka çocuğa ilham verecek sıradakı gurur duyulacak insan bendim.
Bunları düşünüp bir de üstüne akşam Amanda'nın iki yumurcağını görecek olmam fikri beni bayağı neşelendirdi. (Everything is perfect)
17 Agustos Sharifa'nın doğum günüydü, sevgili babacığım (gerçek olanı) taa Iraq’lardan tüm aile bireylerine hediyeler almıştı. Sharifa da üzerinde turkuaz rengi taşlar bulunan gümüşten bir künye almış. Kızcağız meğerse turkuaz renge bayılıyor, sanki sipariş üzerine getirilmiş bir hediye bu kadar mutlu olacağını bilseydim güzelim memleketime ait olan bu renklerden ne var ne yok alıp getirirdim. Tabii bu arada ablam Amanda'nın evindeyiz iki sarı böceğinde doğum günleri var hep beraber kutlama yapıyoruz.
Ev, west walley bölgesinda yani Sherry annemlere yakın bu banliyöde cümbür cemaat oturuyorlar işte. Bu arada Ablam Amanda'nın sarı yumurcakları gerçekten çok şekerler hele küçük olanı Seat ağzını bir büküşü var küsünce tek kelimeyle kendine hayran bırakıyor köftehor.
Bu arada sarı yumurcaklara Adana'dan şalvar ve folklorik yelek almıştık onları giydirip fotoğraf çektirdik, çok tatlı olmuşlardı bu kıyafetlerle. Babam; sürekli bana takılıyor şakalar yapıyor kendimi rahat hissetmem için adamcağız elinden geleni yapıyordu. Tıpkı gerçek babam gibi o da sürekli bana takılır dururdu. Bu arada buradaki babam aslen Afgan, yani rus-afgan savaşından sonra yerleşmiş Amerika'ya burada evlenmiş çocukları hatta torunları olmuş mesut bahtiyar bir şekilde yaşamaya çalışıyorlar.
Her yıl dışarıdan bir öğrenci misafir edip hayatlarına renk katmayı da ihmal etmiyorlar. Burada insan önce çekinceleriyle yüzleşmeyi öğreniyor. Çünkü adımını attığın her yeni yer senin için bir başlangıç ve tabiî ki her başlangıç ister istemez insanda çekinceler oluştuyor.
Ve Okul Başlıyor...

Ve... Pırıl Amerika'da - II

Ve nihayet Matin ailesiyle beraberdim...
Yani benim bir yıllık ailem. Gerçek aile kimdir, nasıldır ya da normları nelerdir bilmiyorum ama insan kendini nerede rahat ve mutlu hissediyorsa aile odur, tabii işin biyolojik kısmı sadece bağlayıcıdır ve neslin devamlılığı için gereklidir, bizim gibi ata erkil toplumlarda aile kavramı önemli olmakla beraber ilişkiler genelde sıkı ve bir o kadarda süreklidir batılı toplumlara nazaran. Türk toplumundaki aile ilişkilerinde “manevi bağlılık” ön plandadır...
Evin içinde ayakkabıları ile dolaşan, cornflakes ile kahvaltı yapan, eve pizza sipariş eden fertlerden oluşan Amerikan aile yapısında, bir mercimek çorbası yapayım, terliklerimi giyip televizyonun karşısına kurulayım yoktur. Bu tip aileleri bir arada tutan en önemli şey ise çocuklarının beyzbol maçlarıdır.
İnsan türünü üretmek ve sürdürmek gibi bir işleve sahip aile kurumu, yaşamsal niteliğiyle ilk sırada yer alır. Ancak Amerikan toplumu sadece üretmekle yetinir sürdürmek gibi bir işlevi yoktur en azından ben öyle düşünüyorum.
Amerikan ailelerinin önemli bir kısmı, çocuklarını 14-15 yaşından itibaren kaybetmeye başlıyor. Bu kaybetme, fiziki olmaktan çok manevi bir kayıp. Yani çocuklar aileleriyle aynı evde yaşamaya devam ediyorlar ama her geçen gün başka bir dünyada yaşamaya başlıyorlar. Aile fertleri arasındaki uçurum gittikçe büyüyor. Neticede aynı evde yaşayan insanlar birbirlerine yabancılaşıyor.(Acaba diyorum; ben bunun için mi buradayım yani yanında kalacağım aile bu kayıplarını benimle mi telafi edecek, bunun için mi beni kabul ettiler?) doğru olmadığını umuyorum yaşayıp göreceğiz.
”Aile içi ilişkileri güçlü olan bireyler toplumda daha fazla başarı elde ederler” sözünü ebeveynlerimizden, hocalarımızdan hep duymuşuzdur. Ama anlamadığım bir şey var; bir taraftan mercimek çorbası ve terlik kavramını bilmeyen Amerikan ailesi, diğer taraftan dünyanın en süper gücü ve en gelişmiş toplumu ve hepimizin nedense gitmek için can attığı bir memleket. Gerçekten anlamak zor. Neyse daha 16 yaşındayım ve bir yılım var bu sürede bunların cevaplarını mutlaka bulacağım.
Size ailemi tanıtayım; babam Sirajdeem Matin, annem Sherry Maten, ablalarım Andrea ve Amanda, abim Sirajudin ve kardeşim Sharifa Matin. Ablam Amanda evli, Seat ve Noah adında iki oğlu var biri 3 diğeri 5 yaşında şeker mi şeker sarı çocuklar. Andrea ise nişanlı bu sonbaharda evlenecekler, nişanlısı çok matrak çocuk sevdim onu, Abim Siraj benden 2 yaş büyük bu yıl liseyi bitirmiş ve ben gelmeden bir hafta önce fulltime bir işe başlamış. Sharifa aslında benimle yaşıt sadece ay olarak ondan büyüğüm, aynı okula gidiyoruz tombik sevimli bir şey işte.
Bu arada evde tombik sevimli olan biri daha var evin kedisi. Ben ona tüylü Şaziye diyorum karbeyazı rengi ve cüssesiyle tam bir Şaziye.
Bir toplumun sağlıklı ve sağlam olmasının yeni yetişmekte olan bireylere bağlı olması gibi ağır bir sorumluluğu çocuklara yüklemek nedense büyüklerin hep kolayına gelmiştir. "Gelecek sizsiniz” deyip topu onlara atmak ve hiçbir altyapı hazırlamadan sadece konuşmak maalesef vizdansızlıktır. Dolayısıyla günümüz dünyasında biz çocukların değeri ölçülemez. Gelin bu değerin keyfini çıkaralım. dünün çocukları yarının büyükleri bizler neden buradayız? Ailelerimizi, sevdiklerimizi, ovaları, tarlaları güzelim yeşil ormanları, çift kaşarlıyı ve yosun kokan boğazı neden bırakıp geldik?
Kendi adıma şu cevabı verebilirim. Evet 40 fırın ekmek yemek zorunda kalmamak için bu yolculuğa çıktım, adam olmanın ya da her şeyden önce insan olmanın ne kadar zor olduğu canım ülkemde maalesef fırın fırın dolaşmak gerektiğini anladım ben. İnsanın okuyup, çalışıp belirli mevkiilere gelebileceğini ancak adam olması için mutlaka kendine daha çok değer katması gerektiğini anladım ben.
Sevgili babacığımın, ”kızım bir şekilde bir diploma alabilirsin ama saygı görmek ve güçlü olmak istiyorsan mutlaka fark yaratman lazım” sözlerini uygulamak için buradayım. Kendi kültürümü anlatmak ve hayatın sadece pizza ısmarlamak ve beyzbol maçı seyretmekten ibaret olmadığını bir nebze olsun ifade etmek için buradayım. Adam olmanın okumaya endekslendiği bir ülkede yaşıyorum ben. ”Okusun da adam olsun” cümlesinin keşfi biz Türklere ait sanıyorum kız-erkek ayrımı yapılmadan söylendiğine göre adamlıktan kasıt insan olmaktır herhalde. Neyse...
Salt Lake City'deki ilk akşam hep beraber yemeğe dışarı çıkmıştık. Malum ben misafirim bütün ilgi benim üstümde bir ara Sharifa'nın bu durumdan rahatsız olabileceğini düşündüm ama daha sonra bu düşüncenin yersiz olduğunu anlamam pek uzun sürmedi zira aile, öğrenci konuk etmede bayağı tecrübeliydi yani ben bu aileye katılan ilk öğrenci değildim dolayısı ile Sharifa bu duruma alışıktı. Ama tüm aile bireylerinin kendimi özel hissetmem konusunda gösterdikleri nezaket dolu çabalar, başlangıç için hiç de fena sayılmazdı. Tipik bir Meksika restorantı diyesim geliyor ama ben daha önce hayatımda hiç Meksika restorantına gitmemiştim... Neyse bu sefer ki yemekler fena değildi en azından mezelere bu sefer ciddi şekilde dokunmuştum. İstanbul’da 3 gece ve WDC'de 2 gece ailemden ayrı kalmıştım, belki tüm arkadaşlarım yanımdaydı ondan yadırgamadım ama aile yanındaki ilk gecemi merak ediyordum, doğal olarak biraz yadırgama biraz çekince ne derseniz deyin...

Ve... Pırıl Amerika'da!

İnsan kendinin neler yapabileceğine bazen inanamıyor doğrusu. Hiç yapmadığım bir şeyi yapacağım. Siz bunu okurken, ben çoktan gitmiş olacağım.
Ben 10 yaşında iken New York’ta yaşamaya karar vermişim. Tanıdığım mı vardı? Yaşayacak bir evim mi? Beni bekleyen bir işim mi?
Ne bir tanıdığım, ne evim, ne de beni bekleyen işim vardı. Hem o yaşta bütün bunları düşünecek tecrübem de yoktu. Tek bildiğim New York’ta nefes alıp vermek istediğim idi. O zamanlar arkadaşlarım ileride doktor, mühendis olmak isterken ben evimizi ziyarete gelen misafirlere “ben büyüyünce New York’ta yaşayacağım” derdim. Bu konuda hiç tereddütüm yoktu... Gerçi New York’a gitmiyordum ama olsun en azından yeni kıtaya ayak basacak ve bir gün mutlaka New York Central Park’ta bir bankta oturmuş kitabımı okurken sevgili babacığımı düşüneceğim. Gerçekten söylediklerime inanılmaz bir kuvvetle inanıyordum. Hayallerimi gerçekleştirene kadar uzun yıllar beklemem gerekti...
6 Ağustos 2008 Akşamı valizleri antreye çektik babamla. Akabinde son kez ailecek balkona çıktık. Babam; “Demek ki gidiyorsun kızım” deyince boynuna sarıldım sonra annem de katıldı bize, babamın elinde fotoğraf makinesi durmadan beni çekiyordu dayım birazdan gelip bizi havaalanına bırakacaktı, babam; son kez balkondan manzarayı seyretmemi istedi ama kimin umurunda ki manzara. Asansöre binip giriş katına gelince, dayımda dış kapıdan içeri giriyordu valizleri aracın arkasına yerleştirip Adana şakirpaşa havaalanına doğru yola koyulmuştuk.
Yolda giderken öylesine dalmıştım ki, dayımın garip ve bir o kadarda saçma konuşmalarını duyuyor ancak anlamıyordum. Amerikan kongresinin 11 eylül terör saldırısı sonrasında aldığı bir kararla dünyada belirlenen yedi müslüman ülkeden Amerika'ya davet edilecek öğrencilerden birisi de bendim. İnanması zor ama bir o kadar da beni mutlu eden bu 1 yıllık Amerika seyahatim nihayet başlıyordu Salt Lake City/Utah’a gidiyordum.
Bir an için bu yeni dünyaya gidebilmek için Ankara'da birkaç kez tabi tutulduğum sınavlar aklıma geldi. Özellikle de Leonardo Di Caprio ile ilgili sinema sorusunu hatırlayıp hafifçe tebessüm ettim, sonra babamın benim geleceğimle ilgili 3 yıl önce kaleme almış olduğu ve Wisconsin eyaletinin milwaukee badger state şehir mezarlığında son bulan hayatım ile ilgili yazısını düşündüm. "Acaba o hayatın bir başlangıcı mı bu seyahat” diye geçirdim içimden. Sınavı kazanmış olduğum haberinin geldiği gün ise benim için unutulmaz günlerden birisi olmuştu. Babam o gece bizi dışarıda balık yemeğe götürmüş ve yemekte, çok istediğim cep telefonunu ambalajı ile birlikte usulca masada önüme koymuştu, boynuna sarıldım öptüm. İçimden; mutlu olmak işte bu galiba dedim.
Havaalanının önünde park ettiğimizde tüm bu düşüncelerden sıyrılabildim ancak. Önce 1 saat 10 dakikalık bir uçuşla İstanbul’a gidecek ve orada üç gün kaldıktan sonra da 10 Ağustos sabahı 05:30'da da Amsterdam üzeri Washington Dulls havaalanına inecektim sonra da ver elini Utah! 16 yaşındaki bir kız çocuğu için inanılmaz bir tecrübe olacaktı bu seyahat. 2002 yılında ailemle Kıbrıs’a yaptığımız seyahati saymazsak bu benim ilk dış hatlardan uçuşumdu.
Heyecan ne kelime, hani derler ya “anlatılmaz yaşanır” diye işte öyle bir duygu bu benimkisi. Öykü, Suna, Yiğitemre, Ersin, Ege, Almira, Nil, Zeynep, Emre, Heja, Nejan, Ömer, Yiğitcan, İrem, Ermin, Hilal, Ecem, Yağmur, Can, Serhan, Ece, Deniz, Lebriz, Monika, Beril, Ecem, Seren, Ayhan, Işılay, Hazal ve ismini burada sayamayacağım daha bir sürü arkadaşım. 41 kişi beraberce İnanılmaz keyif aldığım 3 günlük İstanbul kampından sonra nihayet Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalindeydik.
Babam geçmiş yıllarda “kızım seni mutlaka bir gün dış hatlardan yolcu edeceğim” derdi belli etmese de o da en azından benim kadar heyecanlıydı. Hollanda kraliyet havayolları KLM’nin 8502 sefer sayılı uçağı Amsterdam havaalanının yolcu körüğüne yanaştığında yerel saatle saat 8:30’du aynı günün sabahı saat 05:30'da İstanbul’dan hareket etmiş ve bütün gece uyumamış olmamıza rağmen hiç birimizde en ufak uykusuzluk belirtisi yoktu. Amsterdam! Sadece havaalanında bile olmak bir amaç uğruna evden ayrılıp elin memleketlerine gelmek, buraları görmek size; vay be dedirttirecek cinsten. Uykuyu unuttuk topluca havaalanının bir köşesinde bekleyip kendi aramızda konuşmalara daldık.
Daha seyahatimizin ilk saatleri olmasına rağmen ve güzelim vatanımızı henüz terketmişken Amsterdam Havaalanı'nda karşımıza çıkan Türk asıllı görevli canım Türkçemizi unutmamamızı hatırlatır gibiydi. Amsterdam ne ola ki, beni Amerika paklar bakmıyorum bile etrafa. Ailelerimizi geride bırakıp daha da uzaklaşma zamanı geliyor. Washington Dulles International Airport, deniz aşırı uçuş kapasitesi bakımından Amerika'daki en büyük 5.nci ve 2 katlı hava alanına hoş geliyoruz. Cümbür cemaat sanki kıtayı keşfetmeye gelmişiz edasıyla bakıyoruz etrafa.
Ayağımı buralara basar basmaz biraz hüzün biraz da sevinç karışımı duygular sarıyor beni. Eksileri çoktur ama artıları da var tabii ki memleketin.
O rahatlığı, ailenizin sizin için her şeyi halledebileceği gerçeğini, arkadaşları ve çift kaşarlıyı ilk günlerde fena halde özlüyorsunuz.
Baştan anlatayım derdimi. Amerika’ya ve sunacağı her şeye hayran ve müteşekkirim. Bunun yanı sıra beni Türkiye’de de rahatsız eden her türlü görgüsüz Türk alışkanlığını (dalaveracılık, sıra beklememek, yasal olmasa da bir yolunu bulmaya çalışmak, trafikte küfür etmek, tükürmek vs.) bir tarafa bırakarak burada bir yıl yaşamaya çalışacağım. Kalben de sapına kadar Türk’üm ve Türk olup da kültür sahibi olmaktan, sokaktaki averaj Amerikalı gibi dünyadan bi-haber olmamaktan da gurur duyacağım...

Şeker Küpü

Asistanı suzy’nin önüne bıraktığı “acil”notuyla masadan irkildi,müşterisi bir şeyler olduğunu anlamış,fakat bir şey söylemeye fırsat bulamadan ,Can kendisinden özür dileyerek acil çıkması gerektiğini belirtmişti.Asansörü beklerken ,yavaş yavaş terlediğini fark etti Tam asansöre binecekken,suzy’nin şefkat dolu bakışlarını gördü,”dualarım sizinle bay Williams” dediğini zar zor duyabildi.Yirmi ikinci kattan inip büyük hole hızla yöneldiğinde Kapı görevlisi ihtiyar Taylor’a çarptığını bile fark edemedi.

Can Terry Williams, Merkezi ,Wisconsin eyaletinin milwaukee şehrinde bulunan Manpower şirketinde üç yıldır kurumsal müşteriler direktörü olarak görev yapıyordu.O gün çok önemli bir toplantısı vardı,fakat aldığı acil haber dünyasını allak bullak etmişti, müşterisi bunu anlayışla karşılayabilirdi,çünkü çok sevdiği babaannesi acilen hastaneye kaldırılmıştı.Can, Brawers bulvarı boyunca hastaneye kadar geçen sürede sürekli dua etti.Yolda giderken birden babasını araması gerektiğini düşündü,ama sonra vazgeçti,çünkü babası ve annesi bu yıl tatillerini Türkiye de geçirmeye karar vermişler ve bir hafta önce yola çıkmışlardı.Aradaki saat farkından dolayı onların şimdi uyuyor olabileceklerini düşündü.Hem ayrıca telaşlandırmanın bir manası da yoktu.Önce hasteneye gidip durumu iyice kavraması gerekiyordu.Madison memorial hastanesi otoparkında ablası Cler’i aradı. “haberim var can yoldayım geliyorum”cevabını alınca hızla kapıya yöneldi .Bankonun arkasında duran siyahi sevecen görevliye,” Bn.Pırıl Atmaca Williams’ı soracaktım acaba hangi katta kalıyor ben torunuyum dediğinde, görevli önündeki bilgisayara bakıp;

-beşinci kat kardiyoloji bölümü soldan ilk asansöre biniyorsunuz.

-Çok teşekkür ederim,. Koridorda kardiyoloji hemşiresine,babaannesinin hangi odada olduğunu sorduğunda,hemşire;O na önce doktoru ile görüşmesi gerektiğini söylemişti Koridorda hemşireyi takip ederken koltuk altlarının iyice ıslandığını fark etti ceketini çıkarmak istedi ama sonra vazgeçti.Odaya girdiğinde kendisine gözlük çerçevesinin üstünden bakan doktor Thomas IRONS ,hemşirenin “bay Williams”demesinin ardından,

-Lütfen oturun bay Williams. babaanneniz ciddi bir enfarktüs geçirmiş durumu kritik tabi bunda yaşınında etkisi var,gerekli müdaheleyi yaptık. Şuan yaşam destek ünitesine bağlı.Ambulansta kalbinin çok yavaş attığı söylendi .Buraya geldiğinde müdahele ettik ancak sonuç alamadık sanıyorum yapacak bir şey yok.Doktor anlatırken ,Can’ın kendisini dinlemediğini farketti.
-Bay Williams iyimisiniz.?diye sorduğunda ,Can özür diledi .bunları duyduğuna inanmak istemiyordu.normalde kısa ama ortama göre hayli uzun gelebilecek bir süre hiç konuşmadı.Doktor’da bunu anlamış olacak ki ısrar etmedi konuşmak için.
Can doktorun masasında bulunan kalemlerden birini farkında olmadan eline almış sert bir şekilde anlamsızca çeviriyordu.Can doktor a dönerek;

-bay Irons,ne yapmamızı öneriyorsunuz .bunu söylediğinde sesinin titremesini doktor bile fark etmişti ki;

-Bay Williams,dua etmekten başka yapacağımız bir şey yok şuan solunum cihazı ile yaşıyor kapattığımız taktirde hayatı son bulacak,bence ona yakışır bir ölüme kendinizi hazırlamanızı tavsiye ederim. Dediğinde,Can,artık gözyaşlarını tutamamıştı.Herşeyden çok sevdiği babaannesi artık onu bırakıyordu.Kalemi masaya yavaşça bırakıp kısık bir sesle teşekkür edip koridora yöneldiğinde Ablası Cler koşar adımlarla kendisine doğru geliyordu.Kollarını açıp ona sarıldığında artık ağlaması iyice doruğa çıkmıştı.Cler’de anlamış olacakki oda ağlamaya başladı bir süre öyle kaldılar,Hemşirenin “cafetarya sol’da isterseniz orda oturabilirsiniz”sesiyle irkildiler.koltuklara oturup bir süre konuşmadan öylece kalakaldılar.
Can uzun bir süre,şuan Türkiye’de saat’in kaç olduğunu hesaplayamadı,Cler’e sordu,o da bir Süre kafasında hesap yaptıktan sonra gece 02:30 olması gerektiğini söyledi.Cler iki kahve bardağı ile gelip kardeşinin yanına oturduğunda ,onun yıkılmış olduğunu farketti ,çünkü Can babaannesine aşıktı hayatında ne varsa ne öğrendiyse hep ondan almıştı,İyi bir eğitim almasını,dünyayı tanımasını hep babaannesi öğretmişti ona. babaannesinin doğduğu Türkiye’den Amerika’ya uzanan hikayesini dinlediğinde ona hayran kalmamak elde değildi.
Doktor’dan izin almış ve babaannesinin başucuna gelmişlerdi.Son kez onun elini tutmak ona yakın olmak ve sarılmak istemişti Can.
Odaya girdiklerinde babaannesinin yanında Dora’oturuyordu.iki kolunu birbirine dolamış öylece uzun yıllardır yanında çalıştığı hanımına bakıyordu.Can ve Cler’in içeri girdiklerini farkettiğinde ancak gözyaşlarını silmeye fırsatı oldu.Ayağa kalkıp her ikisini kucakladı
Bir süre daha ağlaştılar sessizce.
Can ,mavileşmiş damarların şekillendiği babaannesinin sağ elini avuçlarına aldığında içinden bir şeyin koptuğunu anladı.Öpüp tekrar yerine usulca koydu Sonra seyrelmiş beyaz saçlarını okşamaya başladı boncuk boncuk gözyaşlarının babaannesinin saçlarına düştüğünü Cler farketti ve usulca Can’a dokundu artık Odayı terk etmenin zamanıydı.Can en son babaannesini geçen Pazar akşamı ziyaret etmiş ve onu mutlu bir şekilde verandasında kitap okurken bulmuştu.Babaannesi onun geldiğini görünce gözlüklerini yanında duran sehpaya bırakmış ve kitap’ın arasına seperatörü yerleştirip onu ayakta karşılamıştı.Sanki anlamış gibi çok sıkı kavramıştı torununu, uzun bir süre sarılı kalmışlardı.Can odadan çıkarken bunları düşündü.Tekrar cafetarya ya gittiler.

-Nasıl oldu dora ,dediğinde Can’ın,sesi hala titriyordu.
-Bay Williams bu sabah yine erkenden kalktı biraz yürüyüş yaptıktan sonra birlikte kahvaltı yaptık,gayet iyi görünüyordu ama geçen hafta Türkiye’den kuzeninin ölüm haberini alınca çok üzülmüştü.hala onun etkisi vardı üzerinde.sonra gazeteleri gözden geçirdi.”verendaya çıkıyorum dora ,kahvemi oraya getir dediğinde sesi titremişti.masayı toplayıp kahveyi yaptım ve dışarı çıktığımda elinde gazete, hasır koltuğunda sola doğru yığılmıştı .uyuduğunu sandım gazetenin bir parçası yerdeydi.kahveyi sehpaya bırakıp ,dokunduğumda cevap alamadım hemen 911’i aradım .ardından da sizi ve ablanız Cler’i aradım bay Williams.
-Teşekkür ederim bayan Dora siz gerekeni yapmışsınız, dedi Can.
Dora Bakoyanis Yunan asıllı olan ama yıllardır Amerika da yaşayan ve son 15 yılını babaannenin yanında ona arkadaşlık yapması için Can’ın babası Metin Bey tarafından bulunmuştu.Dora çok sabık bir yardımcıydı .Pırıl Hanım hiçbir zaman ona yardımcı muamelesi yapmamıştı Arkadaş gibiydiler.bazen Dora’ın çocukları yılda bir kez de olsa onları ziyaret ettiklerinde,artık onlarda bir grandmother’a sahip olduklarını bilirlerdi.

Saat ,17:00 olduğunda Can babasını aramaya karar verdi.Ama bunu nasıl söylecekti,nasıl diyecekti ona annesinin öldüğünü.Uzun bir süre çaldı telefon sonra karşıdan annesinin sesini duydu,oğlunun hiçbir şey söylemeden hemen babasını istemesi annesini endişelendirmişti.
İstanbul Conrad otelinin 2507 nolu odasında derin bir sessizlik vardı.Metin bey,uzun bir süre odadan boğazın eşsiz manzarasını seyretti bir haftadır burdalardı ve her sabah bu manzarayı seyrettiğinde daha çok zevk almıştı ama bu seferkiler boş bakışlardı.Metin bey odadan recepsiyonu arayıp,Newyork’a ilk uçağın ne zaman olduğu konusunda görevliden kendisine yardımcı olmasını istemişti.koltuğa oturup uzun bir süre hiç konuşmadı, eşinin valizleri toplayışını seyretti.Şeker küpü annesinin kendisi için valiz hazırladığı günler geldi aklına.Eşinin o sevecen bakışları arasında başını okşayışı ile kendine gelmişti.Metin bey eşine sarıldı.

Delta arlines’ın 1542 sefer sayılı boeing 707 Dreamliner uçağının tekerlekleri J.F.Kenedy havaalanının pistine değdiğinde ,Metin bey annesinin Amerika ya ilk geldiği günleri anlatışını anımsadı.Dedesinin kızını Amerika ya göndermek için çabaladığı günlerde ,J.F.K ‘e inipte yeni bir hayata başladığını anladığında,ve bir gün Newyork central park’ta banka oturmuş güneşli bir havada kitabını okurken,belki de baban aklına gelecek,derin bir iç çekip bunları düşüneceksin ve başardım diyeceksin,annesinden bunları duyduğu günü anımsadı.Eşinin kolunu tutmasıyla sıyrıldı bu düşüncelerden.

Milwaukee general mitchell havaalanına indiklerinde saat 21.15 ti.Can,Cler Metin bey ve charlotte hep birlikte alandan eve doğru geçtiler.yolda hiç kimse konuşmamıştı. Eve geldiklerinde Dora’nın yiyecek bir şeyler hazırladığını bile fark etmediler.Metin bey ve eşi uçakta yapılan ikrama bile dokunmamışlardı dora bunun olabileceğini düşünerek ısrarla bir şeyler yemeleri gerektiğini söylemişti.Kapının zili çaldığında Dora servis yapıyordu.
Can; ben bakarım deyip kapıyı yöneldi.gelen ,Cler’in eşi Jeffry’di.

Jeffry eşi Clara’dan haberi aldığında Seatle’daydı microsoft’ta çalşıyordu normalde bir gün sonra dönmesi gerekiyordu ancak bu acı haberi alınca çok sevdiği eşi Clara’yı yalnız bırakmak istememiş ve kısa keserek hemen dönmeye karar vermişti.Clara ile Jeffry evleneli henüz bir yıl bile olmamıştı.Clara ,şeker küpü babaannesinin kendi düğününde mutluluktan ağladığını,ve babaannesinin annesi tarafından kendisi için yapılan el örmesi dantelleri düğün hediyesi olarak verişini, jeffry yemek masasına oturduktan sonra söylemiş ve bütün ev halkının tekrar duygulanmasına sebep olmuştu.


O gün Badger state mezarlığında deyim yerindeyse mahşeri bir kalabalık vardı.
Metin beyin sevgili dostları,John ve eşi doroty,tom,sadullah bey elizabeth,arkansastan nıcole ve eşi kemal bey,üniversiteden hocalar newyork türk amerikan dernekleri federasyonundan başkan ve bazı üyeler,Sevgili eşi Charlott’un bütün ailesi ,Can’ın çalıştığı şirketin başk.yrd. Mr.Joseff Woodmaker, departmandan arkadaşları,acı haberi aldığı gün görüşme yaptıkları müşterisi,Clara’nın iş arkadaşları eşi jeffry nin ailesi , Doranın çocukları , Metin beylerin tüm komşuları. Ve amerikan dışişleri bakanlığını temsilen iki diplomat.Hepsi siyahlar içinde bu “şeker küpü” ninenin son yolculuğunda bir araya gelmişlerdi.Cenaze İslami kurallara göre defin edilecekti.Sırf bu yüzden Newyork Türk Amerikan Dernekleri federasyonu Newyork tan bir imam getirtmişti.

Can,Türkiye’nin Newyork başkonsolosluğunun göndermiş olduğu çelenk’e bakınca,şeker küpü babaannesinin 78 yıllık ömrüne neleri sığdırabilmiş olduğunu anımsadı,çok önemli görevlerde bulunmuştu.Harvard hukuk’tan dereceyle mezun olmuş,uluslararası siyaset biliminde önce master sonrada doktora tamamlamıştı.Uzun bir süre Amerikan dışişleri bakanlığında Ortadoğu Dairesi uzmanı olarak görev yapmış,daha sonra George Washington üniversitesinde uluslar arası ilişkiler alanında dersler vermişti.Bir dönem BM de dışardan danışman statüsüyle çalışmalarda bulunmuştu. Bir çok ülkede konferanslar da konuşmacı olarak katılmış saygın bir kimliği vardı. emekli olduktan sonra bir süre daha Washington daki Brookings enstitüsünde Ortadoğu uzmanı olarak görev almış fakat gençliğinden buyana yapamadığı bazı şeyleri yapmak uğruna çalışma hayatını 62 yaşında noktalamıştı.
Şeker küpü babaannenin eşi Bay Richard Tom Williams varlıklı bir ailenin oğluydu,onunla harvard’ta öğrenciyken tanışmışlar ve okul bitiminde evlenmişlerdi.Hayatta her şeyden çok sevdiği babası Mehmet bey ilk defa o zaman amerikayı görme fırsatı bulmuştu. Kocası R.T.Williams üniversitede hocalık yapmayı tercih etmişti.üç yıl önce onu kaybettiklerinde aile bir kez daha yıkılmıştı.Bayan Williams eşinden kalan miras ve emekli maaşı ile son derece rahat bir hayat sürüyordu.10 yıl önce yanına Dora’yıda alarak gitmediği görmediği ülkeleri gezdi.Bu gezilerden birini yine sürekli gittiği ve doğduğu ülke Türkiye ye yaptı,İstanbul’a Adana ya mersine Gaziantep e gitti.görmeyi hayal ettiği arkadaşlarını yada akrabalarının bir kısmını göremeden dönmüştü Aile üyelerinin herhangi bir ekonomik sorunu yoktu ama yinede şeker küpü babaanne herkese yardımcı olurdu.hatta Türkiye deki kuzenlerine bile yardım ettiği olmuştu.

Bütün aile üyeleri,tek sıra halinde son başsağlığını kabul ettiklerinde hava kararmak üzereydi. Siyah araçların en sonuncusu badger state mezarlığının kapısında kaybolduğunda,Metin bey’in “haydi/lets go”hem İngilizce hemde Türkçe söylediği son sözü duyuldu.Can, şeker küpü babaannesinin mezarına son bir defa yönelip diz çöktü,toprağın üzerine serilen çimleri her iki eliyle düzeltti,gözyaşları taze toprağın içinde kaybolup gittiler,Annesinin omzuna şefkatle dokunuşu ile ayağa kalkarken,”şeker küpüm Hani benim düğünümü yapacaktın”diye mırıldandı.